Skip to main content

Sipping The World: Kahire

 



Mısır




Isis bequeathed her ancient veil

To the modern daughters of Nile,

Yet, beneath that covering, two stars

Shine purely, with subtle fire.


Those eyes, a poem, wholly,

Of voluptuousness and languor,

Speak, and resolve the enigma:

‘Be love, if you will, I am beauty.’


-Gautier


Gemileriyle zaferler için gelen Champoillon, frengi kapmaya meraklı Flaubert gibi değil de yorgun argın bir Çin akşamı sonrasında Mısır'a indim. Piramitleri, uçağın sol kanadındaki pencereden gördüm demek ki yolculuğumun yarısı anlamını yitirmişti. Ben de hemen Profesör Kien gibi ilgili olduğum alan konusunda haritalarımı yığıp, bir keşfe başladım. Büyük oteller, Nil etrafındaki bar olabileceğini tahmin ettiğim yerleri işaretledim. Rehberler okumak bana göre değildi, bir avcı toplayıcı gibi öğrenmeliydim. Ucuz otelimin odasında tek başıma bir Sakara içtim, bu kapıların açılışı gibiydi. 


         Kempinski Jazz Lounge




Kempinski'ye utanmadan on lira ödediğim bir motorun arkasında geldim. Güvenliğin bile gözünden bile düşmüş olmalıydım. Rahatsız bir yatak, uzun uzun yollar ve birkaç pis yemekten sonra kıçımı rahatlatmak, boynumun borcu haline geldi. İsmi tanıdık olan bir yere doğru yola koyuldum. İstanbul'da olsa gidemeyeceğim, ancak burada cebim Monopoly paraları ile dolu olduğundan boynumdaki fularla hiç çekinmeden asansörde kat kat çıktığım bir bara vardım. Oldukça keyifli bir yer, Nil karşınızda tamamen, çıplak bir şekilde. Ortam loş ve rahat. Servis oldukça iyi, servis yapan beyefendinin İngilizcesi muazzam ve bir şeyleri anlatmak, anlamak konusunda hiç sorun yaşamıyorsunuz. Fiyatlar oldukça yüksek, asgari ücretin 7000 Pound olduğu bir ülkede, bir kokteylin 850 Pound olması elbette üzücü ancak hayat. 

İlk olarak biraz boğazımı açayım, yanına ufak bir şeyler tellendireyim diye bir Calvados söyledim. Aslında söyleme sebeplerimden biri de port wineları kalmamış olmamasıydı. Burada anladığım kadarıyla single 4 CL anlamına geliyor. Güzelce onu azıcık su ile yuvarladıktan sonra hazır ola geçip bir sidecar istedim. Favori kokteylim, konyak ve portakal likörünün güzel dansı... Ben sevdiğim bir şeyi sipariş ettikten sonra gerilirim, zinhar masada duramam. Hızlıca tuvalete kaçtım, ben hiçbir şeyi görmeden masama sihirli bir yolculukla gelmesini isterim. Çünkü büyüyü bozmak istemem, çünkü maçı deplasmanda oynamak zaten bir risktir. Ben riskleri severim. Ama risk demek, mağlubiyetlere göz kırpmak demektir. Mağlubiyetler beni ben yapıyor. 

Öncelikle kokteyl gelmeden önce yarım rim istediğimi özellikle belirttim, o kadar kalındı ki şekerler ağzımda erimesi gereken şeker resmen patlayan şeker etkisi yaratıyordu. Yine de ilk yudumu almaya cesaret ettim, aman Allahım! O ne! Ramazan geldi de haberimiz mi yok! Şerbetçi geldi şerbetliyor bizi. Galiba yapan barmen, konyak ile portakal likörünü, portakal likörü ile şeker şurubunu karıştırdı. Veyahut haramdır diye mi yapmadı anlayamadım. Buzlar içinde gelen şerbetimi içmeye başladım, güzel bir şeyler yazıyordum umurumda olmadı içecek. Nil karşımda yavaş yavaş akıyordu, öncelikle hepsini tekte kafamı dikmeye ve kurtulmayı düşündüm. Yavaşça suyumu yudumluyordum ve defterime hızlı hızlı neden böyle olmaması gerektiğini yazıyordum. Arkadaki Jazz müzik benimle dalga geçiyordu sanki, halbuki oldukça heveslenmiştim. Kör kader, gece gece sinirlerimi attırmaya tam 1.500 Mısır Pound'u gerekti! Halbuki buradaki herhangi bir şoför, herhangi bir resepsiyonist bile size yapışması ile bunu sağlayabilirdi dertler bile pahalılandı son zamanlarda. 

Cafe Riche




Aman tarih görmeyeyim, hemen atlıyorum. Cafe Riche, 1908! Ne Şehittir, Ne Gazi diyerek içeri dalıyorum. Yarı açık bir alan, güzel! Duvarda eski likörler ve bardaklar güzel! İkinci çinkoyu koyarken masada uzun bekleyişim başlıyor. Ne gelen var ne giden, önümdeki Brit grup bağıra çağıra konuşuyor ben duvarları izliyorum. Acaba self-servis mi diye kasaya gidiyorum, hayır. Geleneksel kıyafetli birisi tekrar masama geliyor. Bir Mısır Birası, basit bir Lager. Oldukça hızlı şekilde içerken bunların bar atıştırmalığı sayılabilecek kuru kuru sambusekleri hızlıca mideye indiriyorum, yanına anne patatesi. Otururken, piramitler hakkında ufak bir şeyler yazıyorum. Sonrasında kaçacağım, hesap. Garip bir şekilde servis ücreti gibi bir şey yok, ben vardır diye biraz daha fazla parayı hazırlıyordum halbuki. Burası da genel olarak tarihi bağlamından kopartılmış bir yer. 

Benim anlamadığım buraların, binanızın, barın, alkolünüzün ne bileyim dedenizin hikayesini, ay suya mı düştü, suyu inek mi içti, inek dağa mı kaçtı, dağın kaderi malum. Herkes birbirine bir şeyler satıyor koca şehirde, tek yöntem bu. Ve biz domuzcuk bankalar olarak ilerliyoruz, halbuki ben de en az onlar kadar karayım ve kıllıyım. İnsanlar aman satışı yapayım da kurtulayayım diye düşünüyor, korkunç bir katliam. Yahu koskocaman Nil akıyor karşında, hiç mi bir şey aklına gelmedi! Yok Deve yani! Al Deve, işte devenin sütü oldukça yağlı olmalı bu da iyi bir yağ-yıkama sağlar. Onu biraz Bourbon'a yatır, sonra Lotus Bitkisi ne bileyim içine koy bir şeylerin, şurup yap bisküvisi bile var yahu! Onları sonra al güzel bir şekilde biraz limon, biraz şeker, biraz köpürtücü karıştır ben de arkandan bu satırları yazmayayım! Çok mu zor küfür yememek. Yok canım bizimkilerden bir şey olmaz, sevdim buranın insanlarını bizimkiler diyorum o yüzden. Sonrasında dedim, bana çok şans verildi ben de bizimkilere şans vereyim. Opia Lounge, ne kadar havalı bir isim! Tam 32. katında Hilton'un, Nil Nehri ayaklarımızın dibinde sakince akıyor bu saatlerde. Gün batımına denk getirdim ben de, Kempinski olayından sonra aslında beklentilerimi oldukça düşürmüştüm. 

Opia Lounge




Allahım direkt girmem lazım konuya, bir kokteyl ancak bu kadar kötü olabilir. Ernest's Bar'da çalışmaya başlamadan tam bir gün önce, oraya öyle bir gizli müşteri gibi gidip bir Mai-tai söylemiştim, kokteylin hikayesini de biliyordum sadece tatmak istemiştim çünkü Orgeat falan derken evde yapması oldukça zor, bulması da zor. Oturdum oldukça iyi hazırlanmış bir kokteyl önüme geldi, keyifle içtim bir şeyler yazarken. Sonrasında ertesi gün barın arkasına geçtim. Burada da aynısını yapmak istedim, menüde çünkü saçma sapan olmayan bir o vardı, Old-Fashioned Mai Tai yazıyordu, Mai Tai 1944 gibi falan diye düşündüm ve sipariş ettim. Gelen şey rom-ananas suyuydu. Yahu beceriksiz olabilirsin saygı duyarım, salak olabilirsin alttan alırım ancak badem tadının gelmediği bir Mai-Tai nasıl olabilir! Saçmalık bari güzel gözüksün diye uğraş, hakkını yememek gerek kırık buz ile yapmış. Ben kırık buzlu kokteylleri pek sevmem ayrıca bir bilgi şahsıma ait. Kadıköy'deki herhangi bir öğrenci barındaki bir garsonu bulun, onu bara sokmak için ikna edin, sonrasında ondan bir Mai-Tai yapmasını isteyin. Şaşıracaktır, eğer henüz o mekandan kovulmadıysanız telefondan reçete çıkartın. Öncelikle 2 CL kadar Dark Rom, 2 CL kadar Golden Rom, 2 CL kadar Portakal Likörü sonrasında 3 CL kadar Limon veya Lime Suyu, sonrasında birazcık şeker şurubu eğer Demerera şurubu olursa daha iyi, sonrasında ana tatlandırıcımız, Orgeat eğer sıkıcıysanız ve saçlarınızı tarıyorsanız badem şurubu da diyebilirsiniz. Tüm bunları yarım kesilmiş birkaç parça lime ile shaker içine koyuyorsunuz sonrasında shakeledikten sonra kırık buz dolu bardağa boşaltıyorsunuz. Bademin acılığını dengelesin diye üzerine bir buket nane, bir de elde varsa sıkılmış lime limonun kalanını üzerine ekleyebiliriz. Ben bu arada Dark Rom eklemek yerine üzerine birkaç damla angostura damlatmayı daha çok seviyorum. Mojito gibi kokteyllerde de. Neyse o kadar kötü bir kokteyl ve müzikler ki, yorum bile yapılamaz. Gerçekten eğer bir kurul kursaydık, gelip buraya ''Girilmez, tehlikeli'' mührünü vurur geçerdik. 

     Kafamda farklı sorular yaratıyor, güzel bir şeyler yaratmak için nelere ihtiyacımız var? Bir hikayeye? Mısır'da hikaye gani, sonrasında biraz ilham? Dünyanın her tarafı yoğurt hazırlamaya hazır çiğ taneleri gibi ilham ile dolu. Müşteri, talep? Binlerce turist yüz yıldır oraya akıyor, bilmiyorum. Tüm bunları bir havanda eritsek bile bir yere varamıyoruz. Bir yere varmaya gelmedim, şikayet ediyorum da ediyorum. Belki de ben bunları nasıl bir hikaye akışına koyamadıysam, Mısırlılar da tüm bunları bir araya getirip güzel bir şeyler çıkartamıyorlardır.


2025, Şubat

Comments

Popular posts from this blog

Sipping The World: Tirana (Turkish)

       Bendeniz sabahın beşinde Taksim'de ucuz bir barda, yarım birayla uykuya dalmışken Ahmet Rasim hazretleri birden rüyama teşrif etti. Dedim aha yine boku yedik, dilim tutuldu, tam bir şöyle sağlam bir şehadet getirecekken bıyıklarımdaki bira köpüğü ile o heyecanla şu sözler döküldü: ''Şerefe senden ya Ahmet!'' ( Daha önce nezarete düşmüş, yasaklar almış, aranmış bir insan olarak 5237 numaralı kanunun 216. maddesi karşısında saygılarımı şapkamı çıkararak ve hafif bir reverans ile gösterdiğimi belirtmek isterim) Demek ki güçler bunu istiyor, hemen çantamı toparlayıp bir ders arasında biletlerimi alıp yola çıktım. Arnavutluk uzak da sayılmaz, Türk bir kadının, İtalyan bir erkek ile peydahladığı engelli bir çocuk işin esasında. Kısa bir uçuştan sonra zamanın gizemi, aynı saatte ülkeye vardım. Hemen bir tekele gidip bir bira aldım, Korça! Bir sürü İtalyan kirli parmaklarıyla, düzgün bıyıklarıyla bana bakıyor. Ben sırtımı dayamışım meydandaki opera binasına onu be...

Sipping The World: Tirana (English)

        There I was, passing out with half a beer in some cheap bar in Taksim at five in the morning, when the esteemed Ahmet Rasim suddenly graced my dream. I thought, "Well, shit, here we go again," my tongue froze, and just as I was about to deliver a solid testimony, with beer foam clinging to my mustache, in my excitement, these words spilled out: "Cheers to you, Ahmet!" (As someone who has been detained, received bans, and been wanted before, let me tip my hat and offer a slight bow in full respect to Article 216 of Law No. 5237.) So, this is what the powers want. I quickly packed my bag, bought my tickets during a class break, and set off. Albania isn’t that far anyway—a country essentially an illegitimate child, conceived by a Turkish woman and an Italian man. After a short flight, the mystery of time did its thing—I arrived in the country at the exact same hour I had left. First stop: a liquor store. Grabbed a beer—Korça! A bunch of Italians, their gr...