Skip to main content

Sipping The World: Tirana (Turkish)

 




    Bendeniz sabahın beşinde Taksim'de ucuz bir barda, yarım birayla uykuya dalmışken Ahmet Rasim hazretleri birden rüyama teşrif etti. Dedim aha yine boku yedik, dilim tutuldu, tam bir şöyle sağlam bir şehadet getirecekken bıyıklarımdaki bira köpüğü ile o heyecanla şu sözler döküldü: ''Şerefe senden ya Ahmet!'' (Daha önce nezarete düşmüş, yasaklar almış, aranmış bir insan olarak 5237 numaralı kanunun 216. maddesi karşısında saygılarımı şapkamı çıkararak ve hafif bir reverans ile gösterdiğimi belirtmek isterim) Demek ki güçler bunu istiyor, hemen çantamı toparlayıp bir ders arasında biletlerimi alıp yola çıktım. Arnavutluk uzak da sayılmaz, Türk bir kadının, İtalyan bir erkek ile peydahladığı engelli bir çocuk işin esasında. Kısa bir uçuştan sonra zamanın gizemi, aynı saatte ülkeye vardım. Hemen bir tekele gidip bir bira aldım, Korça! Bir sürü İtalyan kirli parmaklarıyla, düzgün bıyıklarıyla bana bakıyor. Ben sırtımı dayamışım meydandaki opera binasına onu bekliyorum. Bu piç de geç kaldı, kendisini bir şey sanıyor. 2 Metreye mütecevviz bir adam elindeki sigarayı yere atıyor, bana bakıyor. Ben Korca'yı içiyorum düşünüyorum neden biz kara bira yapmıyoruz? Açık bira yapmak, Paris'te zenci olmak gibi. Herif sallanıyor, belli hazırlıklı olduğu. ''Leka'' diyorum, evet diyor. Aksanlı da konuşmuyor şaşırıyorum, gel benimle diyor. Ulan dur Bismillah, daha yeni geldiğim buralara derken beni resmen sürüklüyor şu yakındaki bara. Hemingway, vay ukala. Şanslı hissediyorum, dışarıda güzel bir kadın sipariş alıyor hemen ayak uyduruyor, içerideki bara oturuyorum. Heyecanlıyım ama susuyorum, hızlıca birer Papa Doble! Bir tane sigara uzatıyor bana ve ''anlat'' diyor, kravatı bağlayamadım pişmanım. 

    Hemingway Fan Bar





Evvela bir şeyler tatmaya geldim, ben bar gezerim, geveliyorum bir şeyler. İçeceğim geliyor, Papa Doble! Ah Beyoğlu'nda tarihi bir binada misafirlere kibarca anlatacağım işte Küba, Diyabet ve farklı şeylerle dolu hikayeleri dinlemek isterdim o hanımefendiden. Kibarca masamıza yumuluyoruz, herif iki yudumda bitiriyor. Misafirim, ayak uyduruyorum. Mekanı keşfetmeme izin vermiyor, içerisi oldukça tatlı. Bir fotoğrafını çekmişim gibi tekrar tekrar düşünüyordum o beni meydana doğru sürüklerken. Ben içimden söylüyorum '' Üzüm sepetini indirdim düze, yalvardım yakardım da getirdim söze'' Sus diyor, ulan pezevenk misafirim ben Tanrı'dan bir aşağı, köleden bir yukarıda. Tabi kibarlık bana annemden kalma bir şey olduğu için susuyorum, diyorum gel bak şu bara geri dönelim hava da soğuk. Bir şeyler daha içelim. Zar zor, ey yaman bey yaman derken ikna ettim ve tekrar döndük. Zaten dil bilmeyen Arnavut barmene geleceğim demiştim, yiğide yalan yakışmaz bara geri döndüm. Piyanoya baktım, ulan birden birisi gelse otursa çalsa ne güzel ortam olurdu dedim. Tekrar başladı ''Babam, sizin oralı sayılır; Galatasaray'da okumuş'' Bıyık altından güldüm, sonrasında bir şeyler anlattı güzel bir Dark n Stormy önüme geliyordu. Dinliyormuş gibi yapma konusunda bir barmen olarak o kadar usta sayılırım ki, Odysseus'un hikayesini anlattığı ortamda bile pinekleyebilirim. İşte krallar, prensler falan. Ay dedim, bak dedim güzel şeyler bunlar. İki sokak ileride koskocaman bir işçi anıtı kabartması var. Bir şeyler olur falan, tarih dersine lüzum yok. Bir fotoğraf gösterdi babasına ait, dedim kral adammış o a zaman bu Death in the Afternoon babanın şerefine! Kocaman adam çocuk gibi gülümsedi, tek dikişte bir kupeyi indirdi mideye. Dedim sen yorarsın beni, burada kal ben geleceğim. Güzel garsona göz kırpıp mekandan çıktım. 

Yolun ortasında ''Tam bir tren geçmeli'' buradan diye düşünüyordum, evsiz birisi Rakıya içiyordu, yanına oturdum. İnsanın en ortak dili içki aslında, tek kelime bilmeden oturdum. Rakısını bana uzattı pet şişeden, kafama diktim. Bir sigara uzattım, hiçbir şey konuşmadan yoldan geçen insanları izledik. Sokol dedi, ismimi söyledim. Sonrasında bir bira yuvarlamaya yoldaki büfeye uğradım. İnsanın eğer ilk dili içki ise, ikinci dili kumar olmalı. Gördüğüm ilk Gazinoya girdim, bir slot makinesine oturdum. Hemen Garsonu çağırdım, bir bardak konyak istedim. Hızlıca ikincisi, üçüncüsü derken Inspector herif sevmedi beni, bir bira isteyip barına oturdum Gazinonun. Sigara yaktım, sigara içmem sadece anlatacağım hikayelere bir ton ve gerçekçilik katmak için bir tane yaktım garsondan isteyip. Halbuki yanımda vardı ama ondan almam daha etkileyici kılacaktı hikayemi. Sonrasında başta yatırdığım 10 Euro'yu tamamen geri alarak oradan çıktım. Gülümsüyordum, ben orayı dolandırdığımı sanıyordum ve bununla beraber muzaffer bir komutan edasındaydım, halbuki yan masadan büyük ihtimal benim içtiklerimin bin katını dakikalar içinde patronun cebine girmişti bile. Ay bir melankoli bastı sonra, hızlıca yanına Leka'nın yanına gittim. Tekrar aşık olmak istediğimi söyledim ona, anlamazlıktan geldi. Belki yüz elli kiloluk bedeni sarhoş olmuştu, uğraşmak istemedim. Hesabı ödeyip, ''Yarın saat 15.00 İskender Bey Meydanı'' yazan bir kağıdı masaya dayadığı devasa kollarının arasına bırakarak mekandan ayrıldım. Garson kadın bir varile dayamış dışarıyı izliyordu, ona görünmek istemedim. 

    Nouvelle Vague






Sabah o kadar alkole rağmen dipçik gibi uyanınca keyiflendim. Saat 14.00'da gitmiştim oraya, saat 14.30'da da geldi suratı asıktı. Sırtına vurmak için uzandım, beraber yola koyulduk. Dedim buralar benim memleketime hem benziyor, hem uzak. Kendimi yabancı da hissetmiyorum, buralı da. Bana yorgun gözlerle baktı, Arapça bir şarkıyı ıslıkla çalıyordu arkasına koyuldum ve dedi seni birisi ile tanıştıracağım. Beraber şehrin daha hareketli olan bölgesine gittik. Onu görünce sarıldılar, Mario, Leka! Bara oturduk, Nouvelle Vague'da. Bir şeyler anlattılar ama ben fazla uyanıktım, bir insanı dinleyemeyecek kadar uyanık. Hızlıca Black Sabah adında bir kokteyl söyledik, Türk Kahvesi Distilesi temelli bir kokteyldi, oldukça keyiflendim. Leka bana anlatmaya başladı, yaşlı adamlar sabah kahvaltılarında Espresso ve Rakiya içerlermiş. Aynısını deneyeceğime kendime söz verdim, kokteyl oldukça iyi tasarlanırken birbirimize Endüstri hakkında bir şeyler anlatıyorduk. İşte İstanbul şöyle, Tiran böyle. Tiran dedim, efece konuştum bu arada, benim için bir köy sayılır! Bir köy, nedense üstünü bastırarak söyledim. Adam müşteriler ile ilgileniyordu  beni duymadı, hemen düzelttim. Tiran şöyle güzel böyle güzel. Her geçen ile konuşan o adamın enerjisine bayıldım ancak gittikçe havam sönüyordu. Birkaç yalan sıkıştırdım arasına herif keyiflenecek olmalı ki beraber kafaya dikelim diye viski doldurdu ufacık bardaklara. Ben ise yeterince konuştum diye düşünüyordum, ''One Drink per Bar Policy dear'' deyip hesabı ödeyip kalkacaktım ki... Adam beni kendi silahım ile vurdu. Elimi sıkarak ''See you Tomorrow'' dedi, ben olsam tam olarak aynısını yapardım! Çıkarken derin bir nefes aldım, sonrasında önerdiği bara girdim.

      KONI



Koni isimli barda, basit ama yaratıcı bir menü vardı. Bu bar bunları nasıl servis ediyor yahu diye düşünürken, bana laboratuvarlarını anlatmaya başladılar. Sonrasında o kokteyl gözüme ilişti, eskilerime çok defa Mezcal ve Havuç ile bir kokteyl yapmamız gerektiğini anlatırken bu tam olarak da o kokteyldi. Hızlıca söyledim ve havucu kemirirken, barmene heyecanla bir şeyler anlattım. Mario'nun selamı var dersem bir şeyler ikram edeceği söylenmişti ancak elim boştu. Kokteyli hızlıca kafaya diktim, burada işler ufak ama güzel işler çıkartıyorlar. Yapmak istediğim çok fazla şey vardı bu menüye bakarken, öncelikle menüyü hazırlayan kişinin Instagram süresini merak ediyorum çünkü oradaki kokteyllerin çoğunu daha önce gördüğüme yemin edebilirim. Basit bir servis ve o zamana kadar Arnavutluk'ta içtiğim en pahalı kokteyl ile mekandan ayrılıp tekrar Nouvelle'a döndüm ve iyi karşılandım. Barbie adındaki kokteyl normalde tercih edeceğim bir kokteyl değildi ancak nasıl yapıldığı ile alakalı bir video izlemiştim o yüzden merak ettiğimden içtim. Hindistan Cevizi Yağı bence çok kutsal bir materyal, hem tatlı hem dokusu çok güzel hem de oldukça farklı şekillerde kullanılıyor. Bunu çok iyi becermiş herif, Prosecco Cordial ile beraber soda ile gazlandırmış. Gazlı kokteylleri severim, bana yaşadığımı hissettirir. Benden yorum yapmamı istedi, tabi ki dedim. Herifler bir milyonluk şehirde dünyanın en iyi barlarından birini açmışlar, bizim İstanbul'da tık yok. Üzüle üzüle eve döndüm, geç olduğundan yürümek dışında bir çarem yoktu. Leka ise çoktan sarayına dönmüştü.

   Restorant Bar Balliu





     Son akşamı havalimanında geçirmek istemedim, ufak bir şehir çok fazla vasıta var sayılmaz. Bir kahve gördüm, hafif yemekleri olan ufak bir restoran. Havalimanının bir buçuk kilometre ötesinde, etrafta araba tamircileri var sadece. Hemen bir Fernet Branca sipariş ettim, bunu dolduran çocuk 13 yaşındaydı. İyi İngilizce konuşuyordu onu cesaretlendirmek için oldukça güzel şeyler söyledim, sonrasında kafeye geçip boş vaktimi dolduracak bir şeyler izlemeye başladım. Sıkıcı bir Fransız Filmi, hani hiçbir macera içermeyenlerden. Dışarıda ise fırtına kopmaya başlamıştı, kahveyi üzerime kapatıp yarı açık alanda istediğim kadar oturabileceğimi söyledi ufaklık. ''Rain When I Die'' adlı parçayı takarak kulaklığımı kafaya geçirip, bu yağmurda yürümeye hazırlandım. Pek istemiyordum, köpekler baş düşmanım. Işıksız yolda bu yolculuk 20 dakika kadar sürecekti, tek bir kişi vardı kahvede benimle. Yaşlı bir Arnavut, tek kelime İngilizce bilmeyen. Adam bana anahtarlarını salladı, beni seviyor insanlar. Onlara garip geliyorum, bıyıklarım ve kahverengi. Atladık arabaya, kulaklık takma ayıbını yerine getirmedim. Hafifçe kafamı salladım ve gülümsedim. Sonrasında bir Çav, aşırı pahalı bir havalimanı kahvesi, işgaliye niyetine.

Arnavutluk kokteyl içmek için dünyanın en mantıklı yeri değil, ortalama 7-9 Euro arası değişen kokteyller var, çoğu mekan klasikleri yapıyor ancak onları denemek istemedim. Çok az bara gittim çünkü sundukları şeyler benzerdi, insanlar ne içiyor onu takip etmekti amacım. Zaten yoksa kimene, dünyanın her tarafı bar dolu ve emin olun dostlarım hepsi birbirine benziyor. Birkaç ufak vaha yaratmışlar kendilerine, yoksa her tarafta yaşlı amca kafelerinde Rakı ve Bira yudumlayabilirsiniz, sabahın köründe bile! Dürres'e otobüse yetişeceğim o vakitlerde bile amcalar biralarını yudumluyordu kıraathanelerinde. Dürres'te ise açık konuşmak gerekirse, sabah aynı deneyimi yaşamak için bir kahveye gidip rakı ve kahve söyledim. İlk yudumda o kadar yüzüm buruştu ki içine biraz şeker atıp hepsini pat diye yuvarladım üzerine de kahveyi içtim. Akşam ise deniz kenarında bir Brezilyalı bir terazi satıcısıyla bira yudumluyorduk, hayallerimden ve bu yazıdan bahsettim ona. Kırık İngilizcesi ile anladığını sanmıyorum ama kafa sallıyordu, o ritmi sevdim.


2025, Mart

Comments

Popular posts from this blog

Sipping The World: Kahire

  Mısır Isis bequeathed her ancient veil To the modern daughters of Nile, Yet, beneath that covering, two stars Shine purely, with subtle fire. Those eyes, a poem, wholly, Of voluptuousness and languor, Speak, and resolve the enigma: ‘Be love, if you will, I am beauty.’ -Gautier Gemileriyle zaferler için gelen Champoillon, frengi kapmaya meraklı Flaubert gibi değil de yorgun argın bir Çin akşamı sonrasında Mısır'a indim. Piramitleri, uçağın sol kanadındaki pencereden gördüm demek ki yolculuğumun yarısı anlamını yitirmişti. Ben de hemen Profesör Kien gibi ilgili olduğum alan konusunda haritalarımı yığıp, bir keşfe başladım. Büyük oteller, Nil etrafındaki bar olabileceğini tahmin ettiğim yerleri işaretledim. Rehberler okumak bana göre değildi, bir avcı toplayıcı gibi öğrenmeliydim. Ucuz otelimin odasında tek başıma bir Sakara içtim, bu kapıların açılışı gibiydi.              Kempinski Jazz Lounge Kempinski'ye utanmadan on lira ödediğim bi...

Sipping The World: Tirana (English)

        There I was, passing out with half a beer in some cheap bar in Taksim at five in the morning, when the esteemed Ahmet Rasim suddenly graced my dream. I thought, "Well, shit, here we go again," my tongue froze, and just as I was about to deliver a solid testimony, with beer foam clinging to my mustache, in my excitement, these words spilled out: "Cheers to you, Ahmet!" (As someone who has been detained, received bans, and been wanted before, let me tip my hat and offer a slight bow in full respect to Article 216 of Law No. 5237.) So, this is what the powers want. I quickly packed my bag, bought my tickets during a class break, and set off. Albania isn’t that far anyway—a country essentially an illegitimate child, conceived by a Turkish woman and an Italian man. After a short flight, the mystery of time did its thing—I arrived in the country at the exact same hour I had left. First stop: a liquor store. Grabbed a beer—Korça! A bunch of Italians, their gr...