Skip to main content

Sipping The World: Tokyo 1/3

 Tokyo


    Bakunin'in bu hayatta bana en çok şey öğretenlerin başına geliyor. Sakallarımı ona heveslenerek uzatmıştım, saçlarımın yağlarını da biriktirmiştim. Onun kadar bira içtim ve Taksim'de bir ara sokakta 'Bombalar, işçilerin ayak seslerinden daha fazla ses çıkartıyor' diye söylev verirken bir eski arkadaşa, her gettonun kaldırım taşlarından beni dinlediğini biliyordum Bakunin'in. Onu ilk olarak ne zaman tanıdım bilmiyorum, büyük ihtimal lisede, ansiklopedi sevdamdan belki ilkokulda. Marx'ı ilkokulun daha 1. sınıfında götürüldüğümüz bir tiyatroda ''Marx'ın Dönüşü''nün afişini Muammer Karaca tiyatrosunda gördüğümü hatırlıyorum, kafasında o İsa tacı ile. Ne garibime gitmişti, ay ne anlatıyorum! Bakunin, özgürlüğünü kazandığı anda gizli bir şekilde Rusya'dan, ilk işi Amerika'ya kaçmak için Japonya'ya gitmekti. Aman neyse tarihi bir kenara bırakalım.  

     Pasaportum geldiği gibi hiç plan yapmadan Haneda Havalimanına indim, orada bir kavga. Ben anlamıyorum Japonları, sim kartı alırken hata bendeymiş amma velakin üstüne yürüyünce adamın, itiraf etmek gerekir; Japonca bilen bir arkadaşımın kibar temennilerinin de büyük payı var, sorun çözüldü. Böylelikle hayatımızın ıo ilk dakikasında ağlamamız gibi, golü atıp şehre koyuldum. Gece, sigara içme odasına geçip havalimanından aldığım ufak Cigarilloyu yaktım, Küba'dan. Bir tanesini tanımadığım bir Japon'a uzattım beraber içtik, tek bir kelime etmeden. Otomattan sıcak kahve, uzun bir otobüs yolculuğu. Tanıdık yüzler gördüğümden, bir Arap, mutluydum aslında. Ne valizim vardı ne derdim, bir sokağına indim Tokyo'nun. Otelim yaklaşık 3.5 kilometre uzaktaydı, hava buz kesiyordu. İndiğim gibi bir 7/11'e girip bir Highball aldım, kulaklığımı taktım ve yürümeye başladım. Aslında ilkin korktum, köpekler varsa? Sonrasında sokaklarda hiç köpek göremeyince mutlu oldum, yürümeye başladım. If I were a rich man, dabi dabi dabi dabi dabi daaaa. 

    Akihabara'ya doğru yola koyuldum, bir Siyahi bana elini uzattı. Gece içinde yüksek binalar parlarken, bir şehirde 7/24 istediğim zaman istediğim yerde bira bulabileceğimin güveni beni çok mutlu etmişti, köpeklerin de olmamasını da hatırlayınca benden keyiflisi yoktu. Siyahi bana şans getirecekti, herkes birbirine benzerken. Bir bara geçip, Affligem birası söyledim, sessiz sakin biramı içerek ilk hissettiklerimi yazmaya koyuldum günlüğüme. Gerçekten geniş caddeler, oteli bulamayacağım korkusu, her yer aynı gibi biraz da. Galiba Japonya ile 15 günden uzun deneyemimin sonucu her şeyin biraz aynı olmasıydı. İçkinin bu kadar ucuz olması güzeldi, ve çeşitliliğin. Neden Japonya'da bir Alman birası denediğimi anlamlandıramadım ilk başta, sonrasında dönercide bir Efes. Otelime gittikçe yaklaşıyordum, otelimin orada tatlı bir şarap evi gördüm. Aslında güzel bir bardak şampanya içmek harika olabilirdi inişimi kutlamak için, tam girdiğimde kapatacağını söyledi. Hayal kırıklığı, hızlıca biraz tavuk atıştırıp yatağıma geçtim böylelikle Japonya maceram başlamış oldu. 

Japonya'da gerçekten günde ortalama üç dört bara gittiğim, günde ortalama en az 6-7 farklı içecek denediğim için sadece önemli barlara odaklanacağım. Yoksa adeta bir kitap yazmam gerekir, gitmeden güzel bazı barları işaretlemiştim ve günlere dağıtmıştım...


Ginza Lion

 Öğlen güzel bir Yuzu Lager içmiştim, telefonumun şarjı bitmişti. Orada burada dolanıyor, karnımı doyuracak bir yer arıyordum. Anlamadığım bu alfabede her anlamadığım ürün, özellikle fiyat koşulu beni geriyordu. Rastgele bir bara girdim, ben nereden bileyim girdiğim yerin Japonya'da açılan ilk birahane olduğunu? Meşhur, başka barlarda da gördüğüm bazı biralar anladığım kadarıyla burada yapılıyormuş. Bunu hızlı bir internet araştırması ile kanıtlayabilirim ama o zaman gizemi yok etmiş oluruz. Orada litre litre bira vardı, ben ufak bir ''Dark Beer'' söyledim, telefonumu şarja koydum ve tavanı, porselenden yapılmış güzel tabloları izledim. İnsanların yalnız oturmaya teşvik edildiğini görmek beni üzdü. Sonrasında bir lager daha sipariş edip, önemsiz şeyler yazdım günlüğüme. Bunları yazarken bira içmem garip hissettirdi, farklı bir tarz dejavu diyebiliriz.


The SG Club

Bar hikayelerini daha öncesinden okumayı sevmiyorum, barmenden dinlemek isterim. Bir çalışanı kitleyip dinlemeye başladım, işte iki bar var, Shingo Gokan vb derken, ilk defa gerçek bir Japon Barı ile karşılaşmamdı. Heyecanla menüyü inceledim, notlar alıyordum. Tavuk Çorbalı bir kokteyl sipariş ettim ve barı izlemeye daldım. Bar oldukça küçük ve eski gözüküyordu, biraz konsept belki de. İnsanlar genelde dışarıda vakit geçiriyormuş, amatör bendeniz bunu fark etmedim. Gittiğimde hızlıca bara oturdum, oram buram Avrupalı, ey ahrazlar sizden kaçmıyor muyuz buralara? Sömürgeciler sizi, aman neyse ben de onlardan biri sayılırım. Bir Japon Barı ile intibahım, nedense aklıma gecenin üçünde on beş yaşında olduğum, fena aşık olduğum ve okuduğum bir kitabın ilk sayfasında yazan şu beyit ''Der vakt-i civan-i zi muhabbet'' ile başlayan. Consomme Fizz, aslında ''Savory'' tarzda kokteyllere yelken açmak istiyordum, tatlı veya keskin değil bildiğiniz böyle ağız dolu bir kokteyl istiyordum o yüzden tam benlikti. Aquavit bazlı bu kokteyl Consomme, Biberiye, Karabiber ve Soda. Ben heyecanla kokteylin fotoğrafını tanıdığım en yaşlı bar insanına, normalde barmen demekten çekinmem ama nedense irkildim, ilettim ve bana daha önce benzer şeyler yaptığını söyledi. Tarih gibi kokteyllerin de böyle tekerrür ettiğini bilmek hoşuma gitti. Kokteylimi yudumlarken karşı tarafın benim de barmen olduğumu anlamasını bekliyor ve istiyordum, bunun farkına vardıkları an çantamda sakladığım o bombayı çıkarttım! Tam tamına on iki bin kilometre yol yapmış bir Rakı! Aquavitleri de dünya turuna çıkartırlarmış, onlara da Linie Aquavit denirmiş, mile high kulübüne yalnız girdikten sonra rakıyı düşündüm bagajımdaki. Rakıyı çıkarttım, hızlıca şişesini açtırdım ve ufak bardaklar rica ettim bar ekibiyle bunu tadıyorduk. Ne kadar milli olan her şeyi ayaklar altına alsam da topraklarımın en azından iyi hissettiren kültürünü paylaşmak beni aşırı tatmin etmişti. Normalde bir bar bir kokteyl kuralımı hiçe sayıp, ikinci kokteylimi sipariş ettim. Nedense farklı sayılabilecek beyaz içkiler tüketmek istiyordum, o yüzden Pisco bazlı olan Parmiggiano Sour kokteylini sipariş ettim. Artık onlardan biri olduğuma göre daha rahat olabilirdim, hızlıca bir parmesan öğütme cihazı önüme geldi ve en sevdiğim kısım başladı, kararları benim aldığım kısım. Ona dur dememi rica eden barbackin suratına gülümsüyordum ve parmesan dağına bakıyordum önümde oluşan, yatağa girerken arkamda ''The world is yours'' yazmayacağını bilmeme rağmen. Üzerine konulan kırmızı kuru biber topları çok hoşuma gitti, kokteyli yudumlarken bir kaşığa ihtiyacım olsa da çok mutluydum, sokakta gördüğüm bir fare ile moralim bozuldu ve diğer bara doğru yola çıktım. 

The Bellwood

 Diğer bara yürüyerek geçtim, iki kokteyl ile biraz keyiflenmiştim. Belwood, Kanada'da galiba bir yerler derken 1920'ler gibi tasarlanmış o bara oturdum. Bara oturduğumda rezervasyonum olmadığından yalnızca bir içecek içebileceğim söylendi ve çok köşe bir masaya yönlendirildim, yanımdaki Avrupalı çift beni duydu ama ses etmedi. Düşünüyorum ben olsam kesinlikle masama davet ederdim ve partnerim ile bunun yüzünden kavga ederdim. Amannn... Klasik kokteyl twistlerinin Japonya'da çok meşhur olduğunu biliyordum, o yüzden bir Sazerac söyledim. Şu konsept çok hoşuma gidiyor. Bunu bilimsel olarak formalize etmek istiyorum.

 Klasik ve basit bir kokteyl al örneğin iki malzemeli Martini, dört malzemeli Martinez olsun > Kokteylin tarihi çıkartılır ve masaya yatırılır > O ülkenin, konunun, karakterin özelliklerini ve kökenlerini tarihsel bir yapısöküm tekniği ile sosyal/kültürel/materyal materyallere ayır > Materyaller ile yeni bağlantılar kur > Materyaller ve yapısöküme uğramış tarihi bilgileri karıştır > Kokteylin hazır.

Bunları Sazerac'a güzel uygulamışlar, ancak bu hikayenin tekrar kurgusunun tamamen içen kişiye bırakıyorum. Sazerac. Tanrısal uzun saçlı, geniş omuzlu bir barmen yapmıştı kokteylimi beyaz takımlar içinde. Genmai (Bir tür pirinç çayı), Mugi (Bir tür arpa çayı), Mango, Absinthe ve Peychaud Bitters vardı. Ana alkol olarak isli bir viski veyahut yaşlandırılmış Konyak gibi bir distile içki vardı. Kokteyl oldukça dengeliydi, özellikle alkol önde olan kokteyllerde bunu sağlamak oldukça zorken mükemmel bir şekilde becermişlerdi. O bardak tipini hep Japonya ile alakalı kokteyl görsellerinde o bardaklarda sunulmuştu. Beni üzen tek şey kokteyli içmem için sadece on beş dakikam kadar olduğuydu. Kokteylin amatörce bir fotoğrafını çekerek etrafı izleyerek hayallere daldım. Gerçekten bu işi sevdiğimi düşündüm, çaylar ile neler yapılabileceği kafamı karıştırırken masamın rezervasyona hazırlandığını o yüzden kalkmam gerektiğini duydum...




Comments

Popular posts from this blog

Sipping The World: Tirana (Turkish)

       Bendeniz sabahın beşinde Taksim'de ucuz bir barda, yarım birayla uykuya dalmışken Ahmet Rasim hazretleri birden rüyama teşrif etti. Dedim aha yine boku yedik, dilim tutuldu, tam bir şöyle sağlam bir şehadet getirecekken bıyıklarımdaki bira köpüğü ile o heyecanla şu sözler döküldü: ''Şerefe senden ya Ahmet!'' ( Daha önce nezarete düşmüş, yasaklar almış, aranmış bir insan olarak 5237 numaralı kanunun 216. maddesi karşısında saygılarımı şapkamı çıkararak ve hafif bir reverans ile gösterdiğimi belirtmek isterim) Demek ki güçler bunu istiyor, hemen çantamı toparlayıp bir ders arasında biletlerimi alıp yola çıktım. Arnavutluk uzak da sayılmaz, Türk bir kadının, İtalyan bir erkek ile peydahladığı engelli bir çocuk işin esasında. Kısa bir uçuştan sonra zamanın gizemi, aynı saatte ülkeye vardım. Hemen bir tekele gidip bir bira aldım, Korça! Bir sürü İtalyan kirli parmaklarıyla, düzgün bıyıklarıyla bana bakıyor. Ben sırtımı dayamışım meydandaki opera binasına onu be...

Sipping The World: Tirana (English)

        There I was, passing out with half a beer in some cheap bar in Taksim at five in the morning, when the esteemed Ahmet Rasim suddenly graced my dream. I thought, "Well, shit, here we go again," my tongue froze, and just as I was about to deliver a solid testimony, with beer foam clinging to my mustache, in my excitement, these words spilled out: "Cheers to you, Ahmet!" (As someone who has been detained, received bans, and been wanted before, let me tip my hat and offer a slight bow in full respect to Article 216 of Law No. 5237.) So, this is what the powers want. I quickly packed my bag, bought my tickets during a class break, and set off. Albania isn’t that far anyway—a country essentially an illegitimate child, conceived by a Turkish woman and an Italian man. After a short flight, the mystery of time did its thing—I arrived in the country at the exact same hour I had left. First stop: a liquor store. Grabbed a beer—Korça! A bunch of Italians, their gr...

Sipping The World: Kahire

  Mısır Isis bequeathed her ancient veil To the modern daughters of Nile, Yet, beneath that covering, two stars Shine purely, with subtle fire. Those eyes, a poem, wholly, Of voluptuousness and languor, Speak, and resolve the enigma: ‘Be love, if you will, I am beauty.’ -Gautier Gemileriyle zaferler için gelen Champoillon, frengi kapmaya meraklı Flaubert gibi değil de yorgun argın bir Çin akşamı sonrasında Mısır'a indim. Piramitleri, uçağın sol kanadındaki pencereden gördüm demek ki yolculuğumun yarısı anlamını yitirmişti. Ben de hemen Profesör Kien gibi ilgili olduğum alan konusunda haritalarımı yığıp, bir keşfe başladım. Büyük oteller, Nil etrafındaki bar olabileceğini tahmin ettiğim yerleri işaretledim. Rehberler okumak bana göre değildi, bir avcı toplayıcı gibi öğrenmeliydim. Ucuz otelimin odasında tek başıma bir Sakara içtim, bu kapıların açılışı gibiydi.              Kempinski Jazz Lounge Kempinski'ye utanmadan on lira ödediğim bi...